Yağmur Ormanı Boyunca
Nilüfer Bayram
“Brezilyalı çocukların gökkuşağının altından geçen şeyin tam tersine dönüştüğünü söylediklerini duymuştum. İyi de bir kuşun tam tersi nedir? Ya da bir insanın? Peki ya yağmurun hiç kesilmediği ve sayısız gökkuşağının bulunduğu büyük yağmur ormanında durum ne olur?”
Karen Tei Yamashita’nın 1990 senesinde yayımladığı Through The Arc of the Rainforest isimli romanı bu sözlerle başlıyor. Gökkuşağının altından geçmekle ilgili batıl inanışlar bizim kültürümüze de çok yabancı değil. Yamashita’nın bu inanışa ironik yaklaşımı kitabın temel havası ile ilgili ipuçları sunuyor aslında. Bu kitap, ironilerle dolu, gökkuşağı kadar renkli olaylar ve karakterler üzerinden esasında çok da eğlenceli olmayan çevresel yıkım ve küresel sorunlar gibi meselelere değiniyor.
Yamashita, yazdığı önsözde, kitabın Brezilya pembe dizilerine benzediğinden bahsediyor. Bu, iyilerin saf derecesinde iyi, kötülerin çok kötü olduğu, gerçek aşkın ve sonunda şiirsel bir adaletle iyilerin kazandığı kötülerin kaybettiği ve absürd olarak nitelendirilebilecek tesadüflerin insan hayatını nasıl değiştirdiğini anlatan bir hikâye. Böyle bir hikâyeden yola çıkan Yamashita, hiciv sanatını ustaca kullanarak küreselleşmenin çevreyi nasıl etkilediğini ve insanlığın günümüzdeki durumunu gözler önüne seriyor. Bu noktada hiciv sanatının getirileri olduğu kadar götürüleri olduğundan da bahsetmek gerek. Hiciv üslubunu benimseyen diğer yazarlar ve eserlerin maruz kaldığı yanlış anlaşılma ve hafife alınma Yamashita’nın kitabının da içinde bulunduğu bir tehlike. Bu nedenle, bu kitabın önyargısız ve açık fikirli bir biçimde ele alınması gerekiyor. Aksi takdirde, olayların altında yatan küreselleşme eleştirisi gözden kaçırılabilir veya unutulabilir.
Kitabın içeriğinden bahsetmeden önce Yamashita’nın Gabriel Garcia Marquez ve Jorge Luis Borges gibi Güney Amerikalı yazarların öncülük ettiği büyülü gerçekçilik akımından etkilendiğinden söz etmekte de fayda var. Büyülü gerçekçilik, doğal ve gerçek üstü olayların birbirleriyle iç içe geçtiği ve tamamen normal olarak anlatıldığı bir akımdır. İnsanların hayalleri ve düşleri gerçek hayatlarıyla birleşir. Bu, gerçekliğin sınırlarını genişletmeyi, hatta gerçeklik ile fanteziyi birbirinden ayıran çizgiyi silmeyi amaçlayan bir anlatım tekniğidir. Sıra dışı olaylar gündelik hayatın normal birer parçası haline gelmiştir. Yamashita da kitabında bu teknik ile melodramatik öğeleri harmanlar. Kitap, distopik bir gelecek tasvir eden bir bilimkurgu kitabı olmaktan ziyade gerçek zaman ve mekânlarda geçen gerçek insanların hikayesini fantastik öğelerle birleştiren bir anlatıdır.
Hikâye, Kazumasa isimli karakterin kafasında dönmekte olan bir top tarafından anlatılır. Çocukken geçirdiği tuhaf bir kaza sonucu kafasında golf topu büyüklüğünde bir top dönmeye başlayan Kazumasa kitaptaki büyülü gerçekçiliğin en belirgin örneğidir. Ailesinin, çevresindeki insanların ve kendisinin bu durumu çok tuhaf karşılamadan kabullenmesi gerçekliğin sınırlarını zorlar. Ama kitaptaki sıra dışı öğeler bununla sınırlı kalmaz. Örneğin Amerikan bir işadamı olan J.B. Tweep isimli karakter üç kola sahip bir kişi olarak tasvir edilir. Bu noktada, Yamashita’nın küresel bir felaket hikâyesi anlatmak için neden büyülü gerçekçilik tekniğini benimsediğini daha iyi anlarız. J.B. Tweep kapitalizmin ve uluslararası kapitalist şirketlerin açgözlülüğünün vücut bulmuş halidir adeta. Grotesk özellikleri ve üç kolu Amerika’nın sömürgeci zihniyetine ve temsil ettiği değerlere yapılmış ince ama bir o kadar da etkili bir taşlamadır.
Yamashita’nın küreselleşme eleştirisi kitabın geri kalanında da belirgin olarak göze çarpar. Matacao isimli tuhaf ve parlak bir kaya tabakasının Yağmur Ormanlarında bulunmasının ardından birçok farklı insanın hikâyesi kesişir. Aralarında J.B. Tweep’in de bulunduğu birçok insan bu yeni keşfedilmiş doğal kaynağı kazanç sektörü haline getirmek için bu yabanıl ormanlara akın eder. Matacao üzerine çeşitli projeler üretilir. Bunların arasında en tuhaf ve sıra dışı olanı Mane Pena tarafından geliştirilen Featherology (Tüy Bilim) akımıdır. Sıradan bir yerli olan Mane, Matacao çevresinde yaşayan kuşların tüylerinin birçok hastalığı tedavi ettiğini keşfeder. Bu tedavi tüylerin hasta kişinin kulağının belirli noktalarına sürtülmesi ile gerçekleştirilmektedir. Mane, kameralar önünde bir adamı iyileştirmesinin ardından dünya çapında bir fenomen haline gelir ve hatta üniversite Tüy Bilim alanında doktora ünvanı bile kazanır. Yamashita bu noktada medyanın yönlendirme gücüne dikkat çekerken bir yandan da insanlığın durumunu göz önüne serer. Tüy Bilim takipçilerinin halka açık alanlarda birbirlerinin kulaklarını tüylerle kurcalamalarının tasvir edilişi insanlığın varlığını sürdürme konusunda ne denli çaresiz ve komik hallere düştüğünün oldukça ironik bir kanıtı gibi yüzümüze çarpar.
Bu tedavi türü her ne kadar gerçek dışı görünse de gerçek hayatta yansımalarını görmek mümkündür. Son senelerde alternatif tıp ve Doğu felsefi öğretilerine karşı artan ilginin bu Tüy Bilim çılgınlığından farklı olduğu söylenemez. Bu insanlığın doğal, bozulmamış olana karşı olan nostaljik özleminin de bir yansımasıdır. Küreselleşme ve beraberinde gelen materyalist anlayışın yarattığı yapay bir dünyada insanlar sürekli olarak bir geriye dönüş arayışı içindedir. Ama bu var olmayanın arayışıdır.
Through the Arc the Rainforest kitabının en temeline yerleştirilmiş olan Matacao da bunu simgeler. Bütün kitap boyunca dünyanın her yerinden gelen insanların Matacao isimli doğal kaynağı kullanmak ve ondan faydalanmak için çırpınışını görürüz ve asıl ironi kitabın sonunda ortaya çıkar: bu sözde doğal görünen madde aslında sanayileşmenin bir ürününden başka bir şey değildir. Plastik atıkların senelerce yeryüzünde birikmesi ve toprağın derinliklerine indikten sonra yer kabuğundaki ısıya maruz kalarak sertleşmesi ve şekil değiştirmesi sonucunda ortaya çıkmış bir tabakadır. Doğal yapısının aslında sahte olmasının yanı sıra bu tabakanın dünyadaki nadir doğal yaşam alanlarından biri olan Yağmur Ormanlarında ortaya çıkması da işin daha ironik tarafını gösterir. Yeni küreselleştiğini düşündüğümüz dünya aslında seneler önce evrimini tamamlamıştır ve artık el değmemiş, küreselleşmeden payını almamış bir toprak parçası kalmamıştır. En doğal sandığımız şeyler bile yapay düzenin bir parçası haline gelmiştir. Yamashita’nın bu tuhaf hikâye ile verdiği veya vermek istediği en önemli mesaj da budur. Doğal veya organik etiketiyle piyasaya sürülen ürünlerin aslında doğallıktan ne kadar uzak olduğunu da fark etmemiz gerekir. Doğallığın kendisi bile kapitalizmin bir pazarlama tekniğine dönüştürülmüştür.
Yamashita ülkemizde tanınmış bir yazar değildir. Through the Arc of the Rainforest dâhil hiçbir kitabı Türkçe’ye çevrilmemiştir. Fakat şahsi fikrime göre ilerleyen seneler içinde değeri daha da anlaşılacak bir yazardır. Özellikle ilerleyen küreselleşme ve beraberinde gelen çevresel sorunlarının bu türden yazarların tanınırlığını arttıracağına inanıyorum. Yamashita da, gerek eko-eleştirel yaklaşım konusundaki ustalığı gerek de sıradışı tekniği bakımından bu yazarlar arasında kayda değer bir yere sahiptir.